1905'te öne sürdüğü üç ayrı teorisiyle bilim dünyasını altüst eden, bilinmezlerle dolu evreni çözme yolunda büyük adımlar atılmasına neden olan Albert Einstein -'Annus mirabilis'-'mucize yıl'ın 100. yılında tüm dünyada geniş kapsamlı anılırken ülkemizde birkaç yayın dışında sessizlik devam etti.


Kuantum teorisi tartışmalarında meslektaşı Niels Bohr, atomaltı parçacıklarının düzenli hareket etmediğinde ısrar ettiğinde, Einstein, 'Tanrı zar atmaz' diyerek evrende olağanüstü bir düzen olduğuna inandığını belirtmek istemişti. Yoksa o, bugünlerde ortaya çıkan 'Akıllı tasarım' teorisinin fikir babası mıydı? Einstein sadece bilim adamı değil, yılmaz bir insan hakları savunucusu ve aktif bir savaş karşıtıydı da.

Yıl 1932. Ünlü p***analist Sigmund Freud'a ABD'den gönderilen bir mektupta kısa bir soru vardır: "Sevgili Sigmund, insanlardaki özellikle aydın dediğimiz eğitimli kesimde bile var olan bu kin, nefret, bu yok etme dürtüsünün kaynağı nedir?" Yanıt ise daha da kötümserdir: "Üstadım, insanda iki temel dürtü vardır. Biri sevmeye, üretmeye yönelik, diğeri ise saldırgan dürtüler. Yani aşk ve nefret şeklinde özetleyebiliriz. Bunlar sizin de çok iyi bildiğiniz çekme-itme kutupları gibi düşünülebilir. Her ikisi de insanda var oluşundan beri vardır ve birini bile kaldırmayı düşünmek beyhude bir çaba olacaktır.''

100 yılında Einstein...

Yıl 1945. On milyonlarca insanın öldüğü savaştan sonra, Sigmund Freud'a soruyu soran kişi, "savaşı kazandık; ama barışı asla" der bir üniversite konuşmasında. Dünyanın en büyük dâhîsi ilan edilen, yüzyılın insanı diye nitelenen, atomu, uzayı ve bilimin bilinmeyenlerini formüle eden kişi, barışı formüle edememenin üzüntüsünü tüm benliğinde hissediyordu. Carnegie Hall, da barış yararına verdiği keman resitallerinin, boş zamanlarında sadece beynini dinlendirdiği yelkenli uğraşısına benzediğini fark ediyordu artık. Zira barış, ham bir hayaldi dünya için, insan için. Albert Einstein... Çok özel ve çok ayrıksı bir insan.

Bu yıl, işte bu büyük 'devrimci'nin dünyayı altüst eden teorilerini kamuoyuna duyurduğu yılın 100. yılı. 'Annus mirabilis' - 'keşif' veya 'mucize' yıl diye adlandırılan 1905'te, genç bilim adamı evreni temelinden sarsıyordu. İşin tuhaf tarafı, sarsıntının bugün bile devam ediyor olması. Zira bilim, onun da nitelediği gibi sürekli ilerlemek zorunda olan bir disiplin.

Ne yapmıştı ki pekâlâ 100 yıl önce? 26 yaşındaydı. Tamamlayıp yayınladığı çalışmalarda bilimde ve toplumsal yaşamda mutlak, sağduyuya dayalı doğruların söz konusu olmadığını, görelilik -izafiyet- kavramının yaşamın her alanında etkili olduğunu gösteriyordu. Zamanın, dünyada ve uzayda aynı hızla ilerlemediğini, ışığın bile kütle çekimi nedeniyle eğrilebileceğini, maddelerin küçük bir parçasının bile devasa bir enerjiye sahip olduğunu ve bugün bile tartışılan, big bang teorisinin temel başlangıç noktası olan, uzayın cisimler tarafından büzülmesi fikirlerini ortaya atar. Bu iddialar ileride birer birer doğrulanacaktı. Bugün insanın hizmetinde olan, net televizyon görüntüleri, dijital kamera, güneş enerjisi, lazer ışın tedavileri, hatta bugün yeni yeni kullanılan yön tayin sistemi, GPS, hep bu teorilerin özünden çıkan teknolojik kazanımlar. Evrenin kökenini, tarihini ve biçimini araştıran bugünkü modern kozmolojinin de temelini atan yine o. Einstein, izafiyet teorisini anlamakta zorluk çeken bir öğrencisine şöyle sorar: "Oğlum, söyle bakayım, sevgilinle geçirdiğin 1 saat mi, yoksa sıcak bir fırında geçireceğin bir saat mi sana daha uzun gelir?" Sınıfta alkış kopar. Mesele anlaşılmıştır...

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük bilim adamı Newton'un pabucu dama atılmıştır artık. Uzayın, zamanın, yaşamın mutlak ve değişmez öğelerden kurulu olduğunu iddia eden Newton anlayışı yerle bir olur. Başlarda, Yahudi olduğundan özellikle Almanya ve Fransa'da 'Yahudi bilimi' icat etmekle suçlanan Einstein, bağımsız fizikçi ve bilim adamlarının deneyleriyle hep haklı çıkacaktır ileride.

1931'de doğduğu ülkesi, vatanı Almanya'yı terk ettiğinde bir daha dönemeyeceğini biliyordu. ABD'de kurduğu yeni yaşamında, her şeye analitik yaklaşan bir insan olmasına rağmen ölümüne kadar Almanya ve Almanlardan nefret edecekti. Gelmekte olan yıkıcı savaşı hissettiği anda, Freud'un 'beyhude çaba' nitelemesine rağmen savaş karşıtı sözleri ve eylemleriyle gündeme oturur. Hayatın acı bir ironisi olarak, onun teorilerinden hareketle; ama ona rağmen atom bombası yapımı için kurulan bilimsel kurula katılmayı reddeder. Ve savaşlar, kıyımlar, insanın insanı yok etmeye yönelik dürtüsü dünyaya hakim olmaya devam eder. "Kazanılan savaş; ama kaybedilen barıştan" sonra hedefi tekti: "Nasıl barışa kavuşabiliriz?"

Büyük İskender, barışın ancak ve ancak dünyanın tamamının istila edilmesiyle gelebileceğine inanarak hayatı boyunca savaşmış ve insan öldürmüştü. Nihayetinde aklında yatan 'mutlak evrensel barış'tı. Ama başaramadı. Kim bilir belki de bundan esinlenen Einstein, II. Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Birleşmiş Milletler'e başvurarak acil olarak bir 'dünya hükümeti' ve anlaşmazlıklar için de 'evrensel mahkeme' kurulmasını önerir. Ütopya olduğunu biliyor muydu acaba? Sosyalist aydınlardan, başta Bertold Brecht'ten 'fırçayı' yer; zira bu düşünce "sadece emperyalistlere yarayacak bir oyundur"... Einstein ise dilini çıkararak gençlere yönelik umutsuz söyleşisinde, "Eğer bizden daha adil, barışçıl ve daha sorumlu olmazsanız sizi şeytan alsın!" der...

Ona göre yaratılışta şansa yer yok...

Kuantum teorisi tartışmalarında Einstein, evrenin yaratılışı ve 'Tanrı' kavramları hakkında düşündüklerinin ipuçlarını verir. Çağdaşı ünlü kuantum fizikçisi Niels Bohr'un, atomaltı parçacıklarının madde içindeki hareketleri ile ilgili olarak iddia ettiği 'öngörülemezlik' teorisine şiddetle karşı çıktığında, "Çünkü Tanrı zar atmaz'' der. Sinirlenen Bohr ise, "Tanrı ne yapması gerektiğini bilir" der. Einstein'a göre evrenin işleyişinde, şans, ihtimal gibi belirsizliklere yer yoktu.

"Tanrı'ya inanıyor musunuz?" sorusuna şöyle cevap verir: "Var olan her şeyin uyumlu bir birlikteliğinde ortaya çıkan Tanrı'ya evet ;ama insanların günlük işleriyle ilgilenen, cezalandırıcı veya mükafatlandırıcı Tanrı'ya hayır". Bugünlerde gündemde olan, evrenin 'akıllı bir tasarımcı tarafından yaratıldığı' fikrini temel alan teorinin fikir babası olabilir miydi?? Ona kulak vermeye devam edelim, kararı siz verin: "Ben daha çok Spinoza'nın panteistik -Tanrı her yerdedir- anlayışına inanıyorum. Ve bu bakış açıma da 'din' diyorum; hem bilimle hem de rasyonel düşünceyle uyumlu bir din". Ve daha da önemlisi; insanın, davranışlarını, bu büyük gücün yarattığı insan aklıyla yönlendirebileceğine, buna da doğru eğitimle ulaşılabileceğine inanır. Hemen '*****' damgası yer. Hiç bozuntuya vermeden, '*****ler kürelerin arasındaki müziği duymayanlardır' şeklinde, kimseye yaranamadığı bir söyleme başvurduğunda "yalnızlığını" iyice hisseder. Son yıllarını, 'müthiş uyumlu bir düzenin' varlığını kanıtlayabileceği 'Büyük Birleşik Alan Teorisi' çalışmalarına ayırır. Ama başaramaz. 18 Nisan 1955'te, Princeton'da, dünyanın gizini içinde saklayan denklemi doğrulayamadan âşık olduğu evrenine 76 yaşında veda eder. Son nefesini verirken hastanedeki hemşireye anlamadığı birtakım Almanca sözler mırıldanır. Öğrencilerine hep söylediği gibi, "Hayat her zaman bir şey olmaktır, asla mevcut olmak değildir." dediğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Hepimiz yitip gideceğiz bir gün. Lakin 100 yıl sonra bile bazılarımız 'bir şey' olmaya devam edecek sonsuza değin.

Kaynak:GF